HAFTANIN KİTAPLARI
Son günlerde yayımlanan ve dikkat çeken kitaplardan bir seçki hazırladık.

İnsan ruhunun derinliklerinde bir yolculuk…
Sándor Márai - Mumlar Sonuna Kadar Yanar
Sándor Márai’yi İşin Aslı, Judith ve Sonrası romanıyla tanımış -aslında çok geç bir tanışma-, üslubuna ve dili kullanmadaki ustalığına hayran kalmıştım. Bu roman kesinlikle bir edebiyat şaheseriydi. Ardından yazarın hayatına dair okumalara giriştim.
1949 yılında günlüğüne şu satırları yazmıştı:
"Dünyanın Macar edebiyatına ihtiyacı yok."
Macar dilindeki en iyi nesir yazarlarından biri olarak kabul edilen Márai, o dönemde İtalya’da sürgündeydi.
"Yurt içinde edebiyat yok oldu... Ülke çöktü: onun yerine sadece komünist bir Rus kolonisi kaldı."
Sanatsal intiharın iki biçimiyle karşı karşıya olduğunu düşünüyordu: eserlerini “yabancı zevklere” göre uyarlamak ya da “sağır bir hiçlikte” var olmayan Macar okuyucularına yazmak. Nihayetinde Márai gerçekten intihar etti; ama bu, 1989’da Kaliforniya’da, yaşlı, hasta, fakir ve yalnız bir haldeydi; sonuna kadar yazmıştı.
1900 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde doğan Márai, savaş, devrim ve sürgünle büyüdü. Elli’den fazla roman kaleme aldı. Bu eserlerin çoğu, ölümünden sonra çeşitli Avrupa dillerine çevrildi. İlk kez 1942’de yayımlanan, ama asıl yazarın ölümünden sonra keşfedilerek birçok dile çevrilen Mumlar Sonuna Kadar Yanar, Márai’nin kuşkusuz en çok ses getiren romanı.
Söz konusu eser, kısa bir roman ya da uzun bir hikâye olarak nitelendirilebilir… 114 sayfa. Yine üslubun ön plana çıktığı yoğun bir metin.
(Kitabı okurken elinizde kalem bulunsun, çünkü çokça altını çizeceğiniz cümleler karşınıza çıkacak.)
Roman, yaşlanmış ve münzevi bir hayat süren General Henrik’in, kırk bir yıl önce kaybolan yakın dostu ve gençlik arkadaşı Konrad’ı beklemesiyle başlar. General, geçmişin bu gizemli ve bir o kadar da acı dolu karakterini, savaşın yıkımı ve zamanın sertliğiyle yoğrulmuş bir şekilde, ölüm döşeğine yaklaşırken yeniden bulmaya çalışır. Konrad, Henrik’in hayatında geçmişteki tüm soru işaretlerini, birikmiş öfkeyi ve hesaplaşmaları simgeler. General’in bu dostunu beklemesi yalnızca geçmişi yeniden sorgulamak değil, aynı zamanda ihanetin, kıskançlığın ve kayıpların ötesinde bir tür varoluşsal çözülme arayışıdır.
Romanı yazdığında 41 yaşında olan Márai, bu eserinde, sanki hayatın özünü kavramış bir bilgenin zihniyle dostluk, ihanet ve geçmişin yükünü tartışır. Macar aristokrasisinin çöküş döneminde geçen bu hikâye, 41 yıl sonra bir araya gelen iki eski dostun yüzleşmesiyle dostluk, sadakat ve insan ruhunun karmaşıklığını keşfe çıkar. (114 sayfa - YKY)
Kitabın ilk cümlesi: “O sabah general şaraphanelerinde epey vakit geçirdi. Oraya erken saatlerde bağcısıyla, şarabın mayalanmaya başladığı iki fıçıyı görmeye gitmişti. Şişelemeyi bitirip eve döndüğünde saat on biri geçiyordu. Nemli döşeme taşları yüzünden küf kokan verandanın sütunları arasında duran avlak bekçisi ona bir mektup uzattı.”
Küskün bir yazarın güncesi
Selçuk Baran- Günlükler
Selçuk Baran’ı, yaklaşık 20 yıl önce yayımlanan Haziran adlı kitabı (Dünya Yayıncılık) ile tanımıştım. Öykülerini büyük bir heyecanla okuduğumu ve kitap hakkında bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. Sonraki yıllarda, YKY peş peşe kitaplarını yayımladı. Ve Selçuk Baran benim yazarlarımdan oldu. Selçuk Baran’ın kitapları günümüzde hâlâ keşfedilmeyi bekleyen bir hazine değerinde.
1999’da yitirdiğimiz Selçuk Baran, öykü, roman ve tiyatro türlerinde önemli eserler verdi. Yazılarında büyük kederleri ve kayıpları zarif bir biçimde aktardı. Solgun, kırılgan, yorgun, sessiz, umutsuz insanları anlattı; “kendi yalnızlıklarının içinde sessizce bekleyen kadınları”, “loş evlerin tatsız yaşantısını”…
“Hayat benim dışımda ulu ve suskun bir nehir gibi akıyor. Onu seyretmekten bıktım galiba. Yazarken kendi hayatımı kısa bir süre için yok etmiş oluyorum. Başka insanlar o ulu nehrin içine giriyor, çıkıyor, çağıltısını dinliyor. O zaman huzur duyuyorum.”
Yazdıklarının hak ettiği okur kitlesine ulaşmaması, onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattı ve 1994 yılında yazmayı bıraktı.
“Başarısız bir yazar olduğumu kabullendiğimden, 1994'te yazmamaya karar verdim. O günden beri, herhangi biri olarak hayattan keyif alıyorum.”
Can Yayınları, Selçuk Baran’ın 1948-1989 yılları arasında tuttuğu günlüklerini yayımlayarak ilk kez okurlara sundu. Günlükler, yazarın entelektüel bilincinin nasıl şekillendiğini ve Türkiye’nin toplumsal değişimlerini izlerken, aynı zamanda yazarın kişisel yaşamındaki kırılganlıkları ve dönüm noktalarını da ortaya koyuyor. Kimi zaman yalnızlık ve umutsuzluk, kimi zaman büyük bir heyecan, arzu ve dinginlikle dolu bu defterler, Selçuk Baran’a dair yepyeni bir portre sunuyor.
Bu kitap, 15 yaşında yazmaya başlayan Selçuk Baran’ın 56 yaşına kadar çeşitli aralıklarla tuttuğu 12 defterin birleşiminden oluşuyor (632 sayfa, Can Yayınları).
Kitabın ilk cümlesi: “1948. Öteki defter bitti, buna başladım. O defteri yazmak için uyku ve ders saatlerimden fedakârlıklar yaptım. Sırf bu kıymetsiz şeyleri yazabilmek için! Ama başladığım zamanlar duygularımın manasız olabileceğini düşünmüyordum. Bilakis onlar çok kıymetliydi. Şimdi kendimi ötekiler kadar değilse bile epeyce saçma buluyorum. Yalnız şu var ki okuması da, yazması da eğlenceli oluyor. Aynı zamanda ifadem de kuvvetlenir.” (Yazar o tarihte 15 yaşındadır.)
Ömer Erdem'den yeni şiir kitabı
Dolayımlar- Ömer Erdem
Ömer Erdem, şiirlerini çok yakından takip ettiğim ve iyi bildiğim bir şair. "Dolayımlar" onun yeni şiir kitabı. Daha birkaç günlük.. Üzerine söylenecek çok söz var. Onu bir başka yazıya bırakarak gecikmeden bu "haftanın kitapları"na almak istedim. Şimdilik kitaptan bir şiir paylaşmakla yetineceğim. (62 sayfa- Everest Yayınları)
[benim hikayem]
tek kelimeye ne sığarsa o uzunlukta
güneşe serilmiş incir dişleri
bir kadına sekerek konuşmak gibi
gürlerken bulutlar kalbin sıcağıyla
baş geyikle bir dağda
ayakları kanata kanata vardık
o rüzgârlı ve diren uçuruma
gözlerimiz
birbirine girmiş su berrağı.
benim hikâyem toprağın karnı
ne söylerse içindeki buğdaya,
kemiklerden çatılmış bir merdivenle
usul usul suskunluğa inen.
yangın var diye koşan atların
nal sıcağı,
sabah bilgisiyle geceye
destan söyleyen.
İstanbul’un yer altı dünyası
Esrarengiz İstanbul - Münir Süleyman Çapanoğlu
Münir Süleyman Çapanoğlu, yirminci yüzyıl Türk basınının önde gelen isimlerinden biri. Eskilerin “velut” kelimesiyle nitelendirdikleri türden üretken, aynı zamanda hikâye ve romandan tarihe, mizahtan ilmî konulara dek birçok alanda yazabilen çok yönlü bir kalem erbabı. Altmış yıla yakın meslek hayatında elliden fazla müstear ad kullanmış, yüzden fazla gazete ve dergide binlerce yazı yayımlamış.
VakıfBank Kültür Yayınları arasında çıkan Esrarengiz İstanbul, Sultan II. Abdülhamid döneminden 1920’lere dek İstanbul’un yeraltı dünyasını, kabadayılarını, külhanbeylerini, karanlık sokaklarını, belli başlı batakhaneleri, meyhaneleri ve gazinoları derinlemesine irdeliyor. İstanbul’un gizli kalmış yönlerini ayrıntılı bir biçimde ele alırken, bu karanlık dünyanın görünmeyen taraflarını da açığa çıkarıyor.
Esrarengiz İstanbul, şu soruların yanıtlarını meraklısına sunuyor:
- İsim isim, semt semt kabadayılar neredeydi ve vukuatları nelerdi?
- Hangi silahları, nasıl kullanırlardı?
- Argoları, jargonları, raconları neydi?
- Kabadayıların siyasetle ilişkisi, mafya döneminden çok önce nasıl başlamıştı?
- Sadece kabadayılar mı? Hayatlarında eğlencelerin mühim bir yer tuttuğu hovardalar, çapkınlar nasıl âlem yapar, nerelerde eğlenirlerdi?
- Meyhanelerin müdavimi şairler ve edipler kimlerdi?
Süleyman Çapanoğlu’nun (1894-1973) sağlığında kitap olarak yayımlanma şansı bulamayan bu eseri, İstanbul’un gizli dünyasını keşfetmek isteyen okuyucular için büyük bir değer taşıyor. Devrin edebiyat ve basın dünyasının günlük yaşantısına dair epey ilginç detayları paylaşıyor. Bu çalışma, 100-120 yıl önceki İstanbul’un karanlık çehresine ışık tutarken, dönemin önemli figürlerini, mekanlarını ve kültürel dinamiklerini keşfetmeye fırsat sunuyor. (394 sayfa - VakıfBank Kültür)
Kitabın ilk cümlesi: "Sürgünler, yıllarca ayaklarında zincir, boynunda demir halkalarla Sinop zindanında yatan Avnullah-ı Kâzımî’yi kendilerine reis seçtiler."
Gelecek yoksa bizi ne bekliyor?
Slavoj Žižek - Uyanmak İçin Çok Geç
Slavoj Žižek, çağımızın en provokatif filozoflarından biri olarak, hem güncel meseleler hem de derin felsefi analizleriyle geniş bir etki alanı yaratmış bir düşünür... Uyanmak İçin Çok Geç adlı eserinde, küresel felakete doğru sürüklenen dünyamızın karşılaştığı krizleri cesur bir biçimde ele alıyor.
Küresel iklim değişikliği, salgınlar, savaşlar ve ekolojik yıkımlar gibi sorunlar, bugünün en büyük meydan okumaları olarak önümüzde duruyor. Ancak Žižek, bu felaketleri önlemenin tek yolunun, felaketin zaten gerçekleşmiş olduğunu kabul etmek olduğunu öne sürüyor. Yani, bize sürekli olarak "beş dakikamız kaldığı" söyleniyor ama belki de o beş dakika çoktan geçmiştir.
Žižek, Uyanmak İçin Çok Geç’te, felaketi kaçınılmaz olarak kabul etmenin ve geçmişi ve geleceği bu bakış açısıyla yeniden tahayyül etmenin, bizi özgürleştirici bir siyasete doğru yönlendirebileceğini savunuyor. Küresel bir işbirliği ve radikal bir değişim için gerekli olan siyasal stratejilere dair sunduğu çarpıcı çözüm önerileriyle, okuru felaketi ve onunla mücadele etmenin yollarını yeniden düşünmeye davet ediyor. (160 sayfa - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
Kitabın ilk cümlesi: "Takıntılı bir nevrotik olarak saati kaça kurmuş olursam olayım ve hangi saat diliminde olursam olayım, her zaman saatim çalmadan birkaç dakika önce uyanırım. Fakat mizacıma özgü bu hassasiyeti, uyanma ihtiyacının tamamen bilincinde olmamın bir emaresi saymak yanlış olur: Ben bunu daha çok uyandırılma deneyiminin travmasından kaçınmak için yapıyorum. Neden?"
Evrim’in ideolojik ve kültürel yansımaları
Darwin ve Osmanlılar - Alper Bilgili
Evrim teorisi, yalnızca bilim dünyasının değil, entelektüel ve toplumsal alanların da en çarpıcı tartışma konularından biri olmaya devam ediyor. Peki, tarih boyunca bu teori nasıl karşılandı? Özellikle Osmanlı coğrafyasında Darwin ve evrim teorisi nasıl bir yankı uyandırdı?
Alper Bilgili’nin kaleme aldığı Darwin ve Osmanlılar, bilimin tarihsel yolculuğunda keşfe çıkmak isteyen okurlara hitap eden etkileyici bir rehber niteliği taşıyor. Kitap, beş ayrı makaleden oluşuyor ve evrim teorisinin yalnızca laboratuvarların ya da akademik dünyaların ötesine geçerek siyaset, din, kültür ve felsefe gibi alanlarda nasıl yankı bulduğunu ortaya koyuyor.
Özellikle Osmanlı İmparatorluğu'ndaki entelektüel çevrelerin Darwin’in fikirlerine nasıl anlamlar yüklediği, bu fikirleri kendi düşünsel dünyalarına nasıl adapte ettikleri veya kimi zaman nasıl eleştirdikleri dikkat çekici detaylarla aktarılıyor.
Bilgili’nin anlatımı yalnızca tarihin sayfalarına ışık tutmakla kalmıyor; aynı zamanda bugün hâlâ süregelen tartışmaların kökenine dair güçlü bir perspektif sunuyor. Örneğin, Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar’ın hem Allah’a hem de evrim teorisine inanmasının yarattığı tartışmalar, kitabın ele aldığı meselelerin güncelliğini vurguluyor.
Kitap boyunca, evrim teorisinin sadece bilimsel bir tartışma konusu değil, aynı zamanda ideolojik ve metafizik çerçevede nasıl araçsallaştırıldığını ve bu durumun yarattığı kafa karışıklıklarını örneklerle öğreniyoruz.
Bilim, tarih ve kültürün kesişim noktasında farklı bir perspektif sunan bu eser, evrim teorisi gibi karmaşık bir konunun aslında çok daha geniş ve renkli bir hikâyesi olduğunu kanıtlıyor. (176 sayfa - Timaş Yayınları)
Kitabın ilk cümlesi:
"Bundan on iki sene evvel dinsizlik gerekçesiyle sultani mektebini kapatmak için valiliğe rapor veren bu maarif ve hakikat düşmanları, bugün de Fen Bilimleri Öğretmeni Ragıp, Fransızca Öğretmeni Celal, Başgözetmen ve II. dönem Matematik Öğretmeni vekili Âdem Hilmi Beylerin öğrencilere güya dinsizlik telkin etmekte olduklarını bahane ederek coştu ve kudurdukça kudurdu. Vali Galip Bey, Maarif Müdürü Rauf Bey –hem de acınacak derecede– gevşek çıktılar. Kara kuvveti cesaretlendirdiler."
Osmanlı son dönem aydınlarının en etkililerinden olan, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının zihinlerini önemli ölçüde şekillendiren Abdullah Cevdet, 1913 yılında İctihad dergisinde kaygı ve öfkeyle bu satırları kaleme almıştır. Çünkü ona göre, Kastamonu’da Darwinci evrim teorisini öğrettiği iddia edilen öğretmenler hakkında tutuklama kararı çıkarılması, bilimsel bir teorinin yasaklanmasından çok daha derin ve vahim anlamlar taşımaktadır.