Bize hikâyeler anlatırken kendi evini de yapıyor!
Halil Yörükoğlu'nun İletişim Yayınları'ndan çıkan üçüncü kitabı "Şu An Saat Kaç?"taki öykülerin tamamı daha iyi bir hayat kurmak umuduyla Amerika’ya göç eden insanların acı tatlı hikayelerinden oluşuyor.
Murat Tokay
Şu An Saat Kaç?, Halil Yörükoğlu’nun üçüncü kitabı.
Kitabın sayfalarını çevirmeye başlamadan önce size arkadaşım Sevgili Halil’i anlatacağım.
Halil, bir öykü sandığıdır; her zaman bir hikâye anlatıcısı…
Hayatını anlatıyor gibi yaşamaya çalışır. Konuşur gibi yazar, içini çeke çeke.
Öyküye başlamak için illa yazı masasına oturması gerekmez. Bir kâğıt kaleme ihtiyaç duymaz, yazma ritüeli yoktur. Cep telefonunun küçük ekranında bile bunu yapabilir. Metroda, otobüste ya da arabada beklerken, bir kafenin en uzak masasında… Hayat hızla, telaşla akıp giderken o bulduğu boşlukta; o boşluğun uğultusuyla yazar. Dünyanın acısından kelimelerin merhametine sığınır. Zamanın kıyıcılığında unutuluşa terk edilenler; bütün mağluplar, mahzunlar onun kalemiyle can bulur. Parlayıp sönen anlar -unutma beni çiçekleri- onun cümlelerinde ışık saçmaya devam eder.
Bize hikâyeler anlatırken kendi evini de yapar. Evden ve dilden uzakta “daha az yalnız hissetmenin bir yolu”dur hem bu.
Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat kitabında “Edebiyatın yersizliğe verdiği güçlü yanıtlardan biri yazarın yurdunun yazı, toprağının dil, ülkesinin edebiyat olduğudur.” der. Halil Yörükoğlu'nun yazarlık serüvenine bu cümlenin ışığında da bakabiliriz.
“Hikâye biriktirmek niyetindeyim aslında. Derdim bu.” (s. 8)
Bir yörük olarak dünyaya gelen Sevgili Halil, uzun zamandır ABD’de bir göçmen olarak hayatını sürdürüyor.
Karaköy’ün kafelerini, Balat’ın yokuşlarını, İstiklal Caddesi’ni, Alman Kitabevi’ni, Hazzopulo Pasajı’nı; Mustafa Amca’nın demli çayını, Mandabatmaz’ın bol köpüklü kahvesini, Zeyrek’teki ahşap konaktan yükselen taze fasulye kokusunu, Üsküdar vapurunu, Boğaz’ı, martıları; bir vatan gibi yaşadığı İstanbul’u terk edeli sekiz koca yıl oldu. Artık o tecrübeli bir göçmen. Üç kitabı da o burada yokken basıldı. İlk göz ağrısı Kaçış Rampası, (Sel Yayınları) 2020 yılında, Keşke Yüzüme Baksanız (İletişim Yayınları) 2022’de, Şu An Saat Kaç? (İletişim Yayınları) bu yıl içinde yayımlandı. Üç senede dört kitap. Karşımızda velût bir yazar var.
Daha fazla sözü uzatmadan kitabın sayfalarını çevirebiliriz. Bu yıl mart ayında yayımlanan Şu An Saat Kaç, 19 öyküden oluşuyor. 111 sayfa. Kitabın kapağında Amerika’dan gökdelenlerin olduğu bir fotoğraf yer alıyor. Kitap “Amerika’ya girerken bize, doğru sırayı tarif eden, elinde Üsküdar Belediyesi yazan bir poşet olan, şu an görsem tanımayacağım abi için…” ithafıyla başlıyor. İthafta “Uzakları yakın eden dostlar” da unutulmamış. -Sanırım ben bu sınıfa giriyorum.-
Kitaptaki öykülerin tamamı daha iyi bir hayat umuduyla Amerika’ya göç eden insanların acı tatlı hikayelerinden oluşuyor. Hikâyelerin kahramanları iki üç valizle gurbetin yolunu tutmuş düzen kurmaya çalışan; UBER ile yolcu taşıyan, arabayla yemek dağıtan, vatandaşlık almak için senesinin dolmasını bekleyen, on iki saat çalışıp bir gün kendi dükkanını açma hayalleri kuran, “her göçmen gibi” daha çok para kazanmak isteyen ve hep çalışmak zorunda olan insanlar…
Evini dağıtan bu insanların ne derdi vardı? Neden yeni bir yurt arayışına girdiler? Ülke, memleket, coğrafya, toprak artık ne anlama geliyor? Bilmiyoruz. Hikâyenin bu kısmı boşluklarla ilerliyor.
Sadece arada bir yoklayan gurbet duygusu, doğduğu topraklara duyulan derin özlem, ince bir sızı, iki damla gözyaşı. O kadar. Hayat devam etmektedir çünkü siparişler yetiştirilecektir.
Gurbetçi değiller, yerlerinden koparıldıkları, kopmak zorunda kaldıkları ülkelerine geri dönme niyetleri yok ama Güvercin öyküsünün kahramanı gibi Türkçe konuşan bir Yunan’ın boynuna sarılıp ağlayabiliyorlar, acıktıklarında bir Türk lokantası arıyorlar.
“Neden buradayız biz?” (s. 27)
“Burada kızımız olunca mı buralı olacağız?” dedim; içimden ama. Ev alınca mı? Pazar günleri hikinge gidince mi? Burada ölünce buralı olacak mıydık acaba diye düşündükçe düşündüm.” (s. 28)
“İki senedir gelip geçtiğim yolun kenarındaymış. Görmemişim. Buralara alışana kadar başımı bile kaldırmadığım için üzüldüm. Şimdi alıştım mı onu bile tam bilmiyorum.” (s. 47)
Kahramanların iki aradalığı hep karşımıza çıkar; yersiz, yurtsuzluk duygusu ve yeni bir ev kurmanın heyecanı... Mesela köyünüzde artık sizden “Amerikalı” diye söz ediliyordur ama “buralı” olmak hiç de kolay değildir. Ömrünüzü geçirdiğiniz şehirde şakayla söylenmiş bile olsa bir “turistsinizdir” artık. Ama hâlâ “oralara” alışma evresindesinizdir. Mortgage kredisiyle bir eviniz olacaktır belki.
“Pasaport kontrolünün oraya geldik. “Ağlama," dedi annem. Yanağımdan öperken, “Sana yaptığı evi kiraya vermiyordu (baban), buradaki evini beğenmiş, orayı kiraya verecekmiş," diye fısıldadı. Bir şey demedim. El salladım. Kucağımda uyuyan oğlanın saçındaki gözyaşlarımı izledim.” (s. 62)
Evet, bu öykülerin odağında göçmenler var ama kitabı sadece “göçmen hikâyeleri” diye etiketlemek öyle görmek haksızlık olur. Hikayelerde bir kazıya giriştiğinizde karşınıza insanlık halleri çıkıyor; yalnızlık, can sıkıntısı, mutsuzluk, hüzün, özlem, kaygı, ölüm. Orada ya da burada hiç değişmeyen şeyler.
Sevgili okur! Halil Yörükoğlu’na ve öykülerine dair kuracak çok cümlemiz olsa da sözü beyhude yormadan toparlayalım.
Anlatılan göçmen hikâyesinden fazlası, senin, benim hikayem!
İyisi mi siz bir kitap alın ve öyküleri okumaya başlayın.
Son notum da Sevgili Halil’e
Balat’ta balkonda kahvemi yudumlayarak bu yazıya nokta koyarken hikâyedeki kahraman gibi kendi kendime mırıldanıyorum.
“Neden buradayım?” diyorum.
Evimin yolunu bilmiyorum.