İstanbul'a yakın dünyadan uzak: ANADOLU KAVAĞI

İstanbul, tarihi, doğal güzellikleri ve Boğaz’ı ile bitip tükenmez bir hazine gibi. Keşfedilmeyi bekleyen çok şey vaat ediyor. Durup bekleyenlere, izleyenlere değil, peşine düşenlere açıyor sırrını. İstanbul’la aynı sırrın sarhoşu olmak için düştük yollara. İstikamet vapurla Anadolu Kavağı.

İstanbul'a yakın dünyadan uzak: ANADOLU KAVAĞI

MURAT CEM

İstanbul deyince bugün yüksek ev kiraları, yoğun trafik, kaçak göçmenler, çirkin yapılaşma, kalabalık nüfus akla geliyor. Tabi beklenen Marmara depremini de unutmayalım. Bir sorunlar yumağı ve insanı ürküten tablo her geçen gün katlanarak büyüyor. 

Bütün bu olumsuzluklara rağmen İstanbul hala insanları büyülemeyi ve kendine çekmeyi nasıl başarıyor? İşte bu sorunun cevabı biraz da yazımızın konusu.  

İstanbul, tarihi, doğal güzellikleri ve Boğaz’ı ile bitip tükenmez bir hazine gibi. Keşfedilmeyi bekleyen çok şey vaat ediyor. Durup bekleyenlere, izleyenlere değil, peşine düşenlere açıyor sırrını. İstanbul’la aynı sırrın sarhoşu olmak için düştük yollara.

ANADOLU KAVAĞI'NA NASIL GİDİLİR?

Bir hafta sonu Eminönü’nden vapura bindik ve uzun deniz yolculuğumuz başladı. İstikamet eski bir balıkçı kasabası olan Anadolu Kavağı… Boğaz'ın Anadolu yakasında şehir hatları vapurlarının uğradığı son iskele. Bileti sadece gidiş ya da gidiş- dönüş olarak alabiliyorsunuz. Saat 10.35’de Eminönü’nden hareket eden uzun Boğaz Turu vapuru Beşiktaş, Üsküdar, Kanlıca, Sarıyer ve Rumeli Kavağı iskelelerine uğrayıp Anadolu Kavağı’na varıyor. Bu yolculuk 1 saat 50 dakika sürüyor. Eğer bileti dönüşlü almışsanız aynı vapur sizi 15.00’de alıyor. Eğer Kavak’taki taamların tadına varmak, manzaranın seyrine dalmak ve yavaşlamak istiyorsanız aynı vapurla dönmeyi tavsiye etmiyorum. Biraz zahmetli de olsa otobüsleri kullanarak dönebilirsiniz. Ayrıca Üsküdar’a vapur kalkıyor. 

Her ne kadar istikametimiz Anadolu Kavağı olsa da denizin ortasında martılar eşliğinde İstanbul’u seyrederek yol alıyoruz. Tıpkı Nazım’ın şiirinde olduğu gibi “Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz” O sonsuz mavilikte yüzüme serin bir gülümseme ilişti hemen. Bu mutluluk sadece bende değil. Bütün yolcuların yüzünde o tebessümün çiçeklendiğini görüyorum. Fotoğraf makinesini çıkaranlar, cep telefonlarına sarılanlar, bu saadet anlarını ölümsüzleştirme peşinde. Biz de öyle yapıyoruz. 

İNCİ GİBİ DİZİLMİŞ YALILAR…

Vapur Beşiktaş’a doğru suları yara yara ilerlerken Dolmabahçe Sarayı hemen bitişiğinde Çırağan az ilerde Ortaköy Mecidiye Camii. Boğaziçi Köprüsü’nü geçiyoruz. İstanbul, bütün güzelliklerini cömertçe sunuyor. Ve yalılar belirlemeye başlıyor. İnci dizileri gibi peş peşe sıralanmışlar. Dünyada benzerlerine kolay kolay rastlanmayan bu görkemli sahil saraylar -yerli ve yabancı kaynaklarda lebiderya olarak da geçer- Boğaziçi’ne has bir güzellik. Boğaziçi medeniyetini en güzel anlatan Abdülhak Şinasi Hisar, yalıları “önlerinden kayıkla geçilirken, Binbir Gece Masalları saraylarına” benzetir. Gördüğümüz tablo gezginlere, edebiyatçılara, müzisyenlere ilham veren ressamın elinden çıkmış müthiş bir yağlı boya tablo adeta. 

Bebek girişinde Hidiva Sarayı ya da diğer adıyla Emine Valide Paşa Yalısı mimarisiyle dikkat çekiyor. Bugün Mısır konsolosluğunun yazlığı olarak kullanılan bu yalının ilginç de bir hikayesi de var. (Bu bahse daha önce “İstanbul’un en güzel 11 yalısı” yazımızda yer verdiğimiz için uzatmıyorum.) Emirgan’da Şerifler Yalısı uzaktan beliriyor. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul'un Fethi'nden önce, Karadeniz'den gelebilecek saldırıları engellemek amacıyla inşa ettirdiği Rumeli Hisarı bütün haşmetiyle karşımızda. İstanbul Boğazı’nın en dar yerinden geçiyoruz. 

Zeki Paşa Yalısı mimarisiyle yalıdan daha çok bir şatoyu andırıyor.

Ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü… Hemen köprünün altında yer alan 23 oda, 5 salon ve 8 banyolu Tophane Müşiri Zeki Paşa Yalısı’nı ilk kez bu kadar yakından görüyorum. Mimarisiyle yalıdan daha çok bir şatoyu andırıyor. Hemen cep telefonumu çantamdan çıkarıp bu özel anı fotoğraflıyorum. Manzaranın keyfine termosla yanımda taşıdığım kahvenin keyfi eşlik ediyor. Dünya telaşını birkaç saatliğine de olsa suya bırakmış olmanın hafifliğiyle Anadolu Kavağı’na doğru yol almayı sürdürüyoruz. Sarıyer’i geçip Rumeli Hisarı’nda durunca varış noktamızın heyecanı sarıyor. 10 dakikalık bir yolculuktan sonra Anadolu Kavağı’ndayız. 

İSTANBUL’DA BİR BALIKÇI KÖYÜ

Vapur iskeleye yanaşırken bir balıkçı köyü ya da bir sahil kasabası havasını alıyorsunuz. Orman ve denizle kuşatılmış; İstanbul’dan ayrı bir parça gibi duruyor… Uzaktan Marko Paşa Köşkü fark ediliyor. Karaya ayak basar basmaz yan yana sıralanmış balık restoranları ve dondurmacılar sizi karşılıyor. Sahil boyunca uzanan evler ve küçük tekneler renkli görüntüler sunuyor. Aşırı bir kalabalık yok. Adalar’daki Arap turist yoğunluğu da göze çarpmıyor. 

Eskiden 1970-80’li yıllarda balıkçı lokantalarının yerinde daha çok midyeciler varmış. Midyesiyle meşhurmuş Anadolu Kavağı. Karadeniz ağzı olduğu için suyu temiz olan bölgede yetişen midyeler talep görürmüş. Çünkü bilindiği gibi midye, sudaki kirliliği bünyesine katan bir canlı. Akıntının sürekli ve hızlı olduğu bir noktada midyeler de temiz ve lezzetli haliyle.

Anadolu Kavağı, İstanbul Boğazı'nın Karadeniz'e açılan en uç semti. Beykoz ilçesine bağlı bir mahalle. Yerleşim yerinin isminin nereden geldiği tam olarak kesinlik kazanmamış. Bazılarına göre, buradaki kavak ağaçlarının çokluğundan ötürü bu isimle tanınıyor. Bir başka rivayet de Kavak tabiri, Osmanlı döneminde “gümrük yeri” manasına geliyor. Şu bilgiyi de paylaşalım. Mareşal Fevzi Çakmak, Anadolu Kavağı doğumlu. Gümrükçü olan babası burada vazife yaparken Fevzi Çakmak da Kavak'ta dünyaya gelmiş. Karadeniz'den Boğaziçi'ne girişin ilk irtibat noktası olan Kavaklar bölgesi uzun yüzyıllar gümrük alanı görevini yerine getirmiş.

Anadolu Kavağı'nda özellikle kılıçbalığı avı, yakın zamanlara kadar köy halkının başlıca geçim kaynağıymış. Balık eskisi kadar bol olmasa da geçimini denizden sağlayanların sayısının azımsanmayacak kadar olduğunu öğreniyoruz. Gezginimiz Evliya Çelebi de Anadolu Kavağı’nı şöyle anlatıyor Seyahatname’sinde: “Deniz kıyısında büyük bir liman ve bu limana bağlı 200-250 kadar gemi, 800 kadar hanesi bulunan bir Müslüman kasabasıdır. Camii, yedi mescidi, hamamı, 200 kadar dükkân, bekar evleri, sübyan mektebi, bir çeşmesi ve ab-ı hayat suları olan bir kasabacıktır. Halkı tamamen gemici, bağcı ve marangozdur. Hepsi Anadoluludur. Limanında kış ve yaz aylarında 200-300 adet gemi mutlaka vardır". 

20. yüzyılın başlarında Anadolu Kavağı, beş mahalleden oluşan önemli bir yerleşim yeridir. Şirket-i Hayriye'nin 1914'te düzenlediği Boğaziçi kitapçığında yüz seksen haneli 1.000 kadar nüfuslu olduğu bilgisi yer alıyor.

Kısa bir tarih bilgisinden sonra Anadolu Kavağı’nın sokaklarında gezintiye çıkıyoruz. İskeleden devam edince küçük bir meydan ve çeşme sizi karşılıyor.  Yoros Kalesi, 18’inci yüzyıldan miras ve oymalarıyla dikkat çeken Cevriye Hatun Çeşmesi ilk yapımı 1593’e kadar uzanan ama 20’nci yüzyılda yenilendiği için mimari özelliklerini yitiren Midilli Ali Reis Camii ve Kızılay’ın kurucularından Sultan Abdülaziz’in başhekimi Marko Apostolidis’e ait Marko Paşa Köşkü Anadolu Kavağı’nda göreceğiniz tarihi yapılar arasında... 

Anadolu Kavağı’nda donanmaya ait alandaki Marko Paşa Köşkü'nü özellikle denizden izlemek ayrı bir keyif.

ANLAT DERDİNİ MARKO PAŞA'YA

Marko Paşa demişken şu anektodu anmadan geçmeyelim. 

Marko Paşa, Sultan Abdülaziz’in başhekimi. Kızılay’ın kurucularından. Hekim olması hasebiyle dışarıda da karşılaştığı çoğu kişinin derdini dinlemek zorunda kalan Marko Paşa çoğu zaman ne söylendiğini anlamazmış, çünkü Osmanlıcayı çok iyi bilmezmiş.Büyük bir dikkatle dinler, dertli kişi konuşmasını bitirince kendine has Rum şivesiyle hemen sorarmış:“Anladık, ama ne?” Şikayetçi bir kez daha meseleyi uzun uzun anlattıktan sonra Marko Paşa yine sorarmış:“Anladık, ama ne?” Marko Paşaya dert anlatmanın imkan ve ihtimalinin zorluğu, güçlüğü halk arasında yayılmaya başlayınca işte bu meşhur tabir ortaya çıkmış.“Derdini Marko Paşaya anlat…” Marko Paşa pek çok mizah yayınına da ilham vermiş Türk medya tarihinde de önemli bir marka olmuştur. Sabahattin Ali'nin mizah dergisi Marko Paşa'yı hatırlayabiliriz.

Yeniden Anadolu Kavağı'na dönebiliriz.

Yoros Kalesi’ne yaklaştığınızda sizi önce muazzam manzarasıyla yeme içme mekanları karşılıyor. 

İSTANBUL’UN EN GÜZEL MANZARASI

Meydanda kısa bir soluklandıktan sonra İstanbul’un en güzel manzarasını sunan Yoros Kalesi’ne doğru yürümeye başlıyoruz. -Tepeye araçla da çıkılabiliyor.- Kavak Mahallesi'nin o minyatür gibi evlerinin arasından uzanan daracık yolların devamında Yoros Kalesi yönünde uzanan yokuşu tırmanmaya başlıyoruz. Yaklaşık yarım saatlik bir tırmanıştan sonra Kale bölgesindeki kafeterya ve restoran bölgesine varıyoruz. Bu işletmelerde oturup yemek yiyip çay kahve içebildiğinizi gibi piknik yapabileceğiniz oturaklar, masalar da mevcut. Burada molayı uzun tutuyoruz. Fotoğraf çektirebileceğiniz alanlar oluşturulmuş. İstanbul manzarası fonunda kırmızı bisikletle fotoğraf çektirmek için sıra bekleyen insanlar var. Biz de bisikletli pozumuzu vermek için bekliyoruz. 

Kısaca Yoros Kalesi’nin tarihinden söz edeyim. 

Boğaz’ın Asya yakasına, bu kalenin ne zaman inşa edildiğine dair kesin bir kanıt yok ama şehri Bizanslı Palaeolog Hanedanı’nın yönettiği dönemde yapıldığı sanılıyor. Kalenin adını ya Yunanca “dağ” anlamına gelen “oros” tan ya da “iyi rüzgarlar” anlamına gelen “ourios”tan aldığı düşünülüyor. Yoros, müjde anlamına da geliyor. Bu burnu aştığı zaman gemiciler artık Karadeniz'in hoyrat sularından kurtulup Boğaziçi'ne varmış oluyorlarmış. 

YOROS, DOĞU ROMA’DAN AYAKTA KALAN TEK KALE

Kale, karşı tarafta Rumeli Kavağı’nda bulunan İmros Kalesi ile birlikte zamanında İstanbul boğazının girişini kontrol etmek amacıyla kurulmuş. İstanbul’un fethinden sonra ise Sultan II. Bayezid tarafından kale tamir ettirilmiş ve içerisine Yoros Kalesi Mescidi isimli bir ibadet yeri yaptırılmış. Yoros Kalesi’nin üst kısmında ve yarım yuvarlak iki burcunun arasında araziye açılan bir kapısı bulunuyor. Kalenin çoğu yeri yıkılmış olsa da iç kısımdaki kulelerin bazıları hâlâ iyi durumda. Yoros, Doğu Roma dönemine ait ayakta kalan tek kale olma özelliğini taşıyor. 

Yoras Kalesi, doğanın bahşettiği en güzel kadrajlardan birini sunuyor. Yahya Kemal’in Aziz İstanbul şiirini mırıldanıyorum. 

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

 Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

 Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Turistlerin Yavuz Sultan Selim Köprüsü manzaralı fotoğrafından ben de çektiriyorum. 

Bir yanda İstanbul diğer yanda Karadeniz. Fotoğraf çekme telaşında turistleri görüyoruz. Yavuz Selim Köprüsü’nü arkamıza alıp biz de fotoğraf çektiriyoruz.  Yaklaşık bir saat kadar burada vakit geçirdikten sonra yokuşu inmeye başlıyoruz.  Sırada sahildeki bir balıkçı lokantasında o nefis balıklardan tatmak var…  Lokantalar gürültüden ve kalabalıktan uzak, sakin ve dingin. Vakti uzatmak ve tadını çıkarmak size kalmış. Geldiğimiz vapura yetişme telaşımız da yok. Üsküdar’a giden bir sonraki vapuru bekleyebilir ya da otobüsle de dönebilirsiniz. Ve tabi ki dönüş yoluna koyulmadan ünlü dondurmasından yemeyi ihmal etmiyoruz.